Alican Sadıç

Çeşitli konulardaki yazılarımı paylaştığım kişisel siteme hoş geldiniz.

Kitap Yakalayan Kapan

Kitapları incelediğimiz blogumuzu ziyaret etmek için tıklayınız.

Haklarınızı Biliyor Musunuz?

Tüketici Hakları blogumuzu ziyaret etmek için tıklayınız.

Resim Galerimiz Yapım Aşamasında

Çektiğim resimler arasından paylaşmaya değer gördüklerim...

Yazarlardan Alıntılar (Yapım Aşamasında)

Kitaplardan altı çizilesi satırlar...

1 Ekim 2016

Hukuk Tarihimizden Bir Kesit «72'nci Koğuş»

Kitap incelemelerini her ne kadar "KitapKapan" adlı sitede yapıyor olsam da oradaki yazılarımda edebiyat ekseni dışına çok fazla çıkmak istemediğim için "72. Koğuş"u burada daha detaylı bir şekilde ve hukuki bir gözle ama salt hukukla sınırlı kalmadan tekrardan inceleyeceğim. İyi okumalar.


Orhan Kemal'in bu eseri, batıda "novella" diye bilinen, bizim edebiyatımızda ise çok fazla örneği bulunmayan "uzun hikâye" türünün bir örneğidir; bununla birlikte yazarın hayatında bir dönüm noktasının da nişanesidir. Şöyle ki Orhan Kemal, Bursa Cezaevi'nde Nazım Hikmet'le tanışır ve ikisi burada çok sıkı dost olurlar. Kendisi de şiirimizde serbest ölçü çığırını açmış olan Nazım Hikmet, o sıralar şiir yazmakla uğraşan Orhan Kemal'in öykü ve romana olan yeteneğini keşfeder. Ona öykü yazmayı düşünüp düşünmediğini sorar. Bu alanda çok başarılı olacağını vurgulamayı da ihmal etmez. Orhan Kemal'in bu konudaki toyluğunu fark ederek ona siyaset, felsefe ve Fransızca dersleri verir.

Orhan Kemal'in 1943 yılında böyle başlayan düzyazı kariyeri, geri kalan 27 yıllık ömrüne 27 roman, 19 öykü kitabıyla sayısız anı, inceleme, oyun, röportaj sığdırarak 1970 yılında, henüz 55 yaşındayken sona erdi. Orhan Kemal hep yoksulun, işçinin, öğrencinin, yâni sokaktakinin sesi oldu. Nazım Hikmet'le yaşadıklarını anlattığı "Nazım Hikmet'le 3,5 Yıl" adlı kitabında onun toplumsal görüşlerinden etkilendiğini de açıkça itiraf etti. Benim burada inceleyeceğim "72. Koğuş" da onun bu hapishane deneyimlerinden yola çıkarak kurguladığı bir öyküdür aslında. Kitabı 1950'lerin başında yazdığı hâlde içeriğinde, kendisinin hapiste olduğu 40'lı yılları anlatması zaten bunun en büyük göstergesi.


Bu kadar teorik bilgiden sonra burada romanın bir özetini vermek istiyorum:

1940'lı yıllarda bir cezaevi… Daha doğrusu o dönem her cezaevinde bulunan bir çulsuzlar koğuşu: 72'nci Koğuş. Bu camsız koğuşun, insan kirinden rengi belli olmayan duvarlarına yaslanmış, çıplak zeminine yalınayak basan, karınları aç olmasına rağmen kumar oynamaktan geri kalmayan insanları arasında Ahmet Kaptan adında biri vardır. Yazarın ifadesiyle bir Hitit heykeli gibi çirkindir. Kan davası yüzünden cinayet işlemiştir. Anlattığına göre şilep kaptanıdır ve bu münasebetle pek çok ülke dolaşmıştır.

Koğuşun olağan günlerinden bir gün, Kaptan'ı başgardiyan çağırır. Herkes Kaptan'ın kötü bir şeyler yaptığını düşünür; "Kötü bir şey yapmasan Başefendi seni niye çağırsın?" derler. Kaptan bir şeylerden işkillense de gitmemezlik etmez. Başgardiyan ise Kaptan'a bir müjde vermek istemektedir. Annesi para yollamıştır Kaptan'a. Uzun yıllar sonra, varlığını dahi unuttuğu anası 150 lira yollamıştır. Duyanlar kulaklarına inanamazlar. Görenlerin nutku tutulur. Onlara böyle bir para gelse ne yapacaklarını düşünürler. Aç oldukları hâlde, birkaçı dışında hepsi, parayı kumara yatırmak konusunda hemfikir olurlar. Artık Kaptan'ın da Beyler Koğuşu'na çıkacağını düşünürler. Ancak şaşırtıcı biçimde Kaptan bunu yapmaz. "Kardaş malı ortaklık!" diyerek arkadaşlarının karnını doyurur önce. Sonra kendine bir yatak, bir yastık alır. Çok geçmeden hallerine acıyarak arkadaşlarını da yataksız bırakmaz. Her akşam karınlarını doyurur; beraberce çay içerlerken arkadaşlarına sigarasından ikram eder. Bu arada koğuşta kumara en düşkün kişi olan Berbat, Kaptan'ı kandırmaya çalışır. 150 liranın çok bir para olmadığını, bugün yarın bitivereceğini, bu "açları" doyurmaya devam ederse kendisinin aç kalacağını söyler. Ama eğer ki kumara giderlerse, "yüz, iki yüz olur; iki yüz, dört yüz; dört yüz, sekiz yüz…" 

Kaptan, Berbat'a inanır. Beyler Koğuşu'nda kumar oynatan Sölezli'ye giderler beraber. Kazanırlar, çok para kazanırlar. Hatta Sölezli'yi batırırlar, tüm cezaevine rezil rüsva ederler. Kaptan kumar sayesinde çok zengin olur. İlerleyen zamanlarda, koğuşa cam, çerçeve taktırır, büyükçe bir ampul aldırır. Kirden simsiyah olmuş duvarları da badana ettirir ki insan onuruna yakışır bir yaşam sürebilsinler!

Kaptan çok zengindir ama bu paralara göz diken de çoktur. Başgardiyanın yardımcısı (aynı zamanda çaycısı) olan Bobi, erkek mahkûmların kirli çamaşırlarını, yıkamaları için kadın mahkûmlara götürmekte; bu işten kendi komisyonunu da almaktadır. Kurnazlığın da ötesinde üçkâğıtçı bir kişiliği vardır. Kaptan'ın aklına mutlu yuva hayalleri sokar, kadınlar koğuşundaki bir kadından Kaptan'a bahseder. Güzel Fatma adındaki bu hafifmeşrep kadını, namus timsali biri gibi tanıtır. Güzel Fatma'nın ağzından Kaptan'a mektuplar yazar, her seferinde de yüklü miktarlarda 'getirip götürme parası' alır. Kaptan'ın sırılsıklam âşık olduğu kadının ise bundan haberi bile yoktur. Kaptan, Fatma'ya gönderdiğini sanarak Bobi'ye para akıtmaya devam eder.

En sonunda kötü şans Kaptan'ı kumarda da bulur. Çok büyük paralar kaybeder. Onu kumara alıştıran Berbat da onu terk etmiştir. Güzel Fatma'nın cezası dolmuş ve tahliye olmuştur. Bobi de yanına uğramaz olur artık. Arkadaşları da ona sırt çevirir, Kaptan'ın aldığı yatakları satıp karınlarını doyururlar. Pencerenin tahta çerçevelerini söküp yakarak ısınırlar. Kaptan aklını kaçırır. Sürekli sevgilisini sayıklamaktadır: Annesini de yanlarına alacak, mutlu mesut yaşayacaklardır.

Kışın ortasında koğuştakiler bir bir donarak ölürler. Kaptan hariç! Kaptan, pencerelerde cam bile olmamasına rağmen donmaz. Direnir. Bir yıl kadar dayanır. Ancak yeniden kış geldiğinde onun da cansız bedenini bulurlar pencere demirlerine yapışmış vaziyette.

Evet, ana hatlarıyla böyle özetleyebiliriz kitabı. Bu öyle bir kitap ki içinde hem hukuk ve adalet mekanizmasına ait unsurlar var; hem II. Dünya Savaşı yıllarının sefaleti, yoksulluğu var; hem de yazarın deneyimleri var. Kitap öyle bir kitap ki insana, insan olmanın ne demek olduğunu sorgulatıyor. Öyle bir kitap ki, okurken toplumumuzun halen daha vazgeçemediğini fark ettiğimiz hukuk dışı hatta insanlık dışı âdetlerini gözler önüne sererek sosyolojik tespitler yapıyor. Dönem eleştirisi, tarih, tecrübe… ve daha pek çok etken, beni bu kitabı okuyup incelemeye itti.

Öyküyü hukuksal bağlamda incelediğinizde aslında hukukun hayatın her alanında olduğunu bir kez daha keşfedeceksiniz. Mesela, Kaptan’ın kan gütmek suretiyle cinayet işlemesi aslında insan davranışlarını düzenleyen kuralların bir türü olan "örf ve âdet" içinde yer alır. Ancak bildiğimiz üzere töre adı altındaki bu kurallar yüzyıllardan beri süregelmiş olsalar da, asla evrensel hukuk kuralları tarafından tanınmaz. Kan davası, bazı kanunlarımızda da atıf yapılan, bakılacak ve uygulanacak örf-âdet hukuku içerisinde hiçbir zaman değerlendirilemez. Ne acı ki pozitif hukukun tanımadığı bu vahşi uygulama halen daha varlığını sürdürüyor.

Kitapta bu olay belli yerlerde tekrar tekrar dile getirilerek farklı bakımlardan irdeleniyor. Örneğin, kitabın hemen başlarında psikolojik açıdan değerlendirildiğini görüyoruz. Kaptan, diğerlerini "iki paralık hırsızlar" olarak nitelerken kendisini ise kan gütmekten geldiği için yüceltiyor. Bir bakıma, öldürmeyi kutsallaştırıyor. Cinayetten sonra karakola gidip cinayeti itiraf etmesi de yaptığından gurur duyduğunun bir başka göstergesi. Kitabın ortalarına gelindiğinde yazar, kan davasına sosyolojik bir boyut da kazandırıyor. Kaptan'ın bu cinayeti, "Babanın kanını yerde korsan sütüm haram olsun. Öte dünyada iki elim yakanda!" diyen annesi yüzünden işlediğini; yâni bu cinayeti işlemesi için aslında annesi tarafından azmettirildiğini öğreniyoruz. Anlaşıldığı kadarıyla annesinin kışkırtması, Kaptan'da çok büyük bir etki yaratmış; toplum baskısı ve anne bedduasına maruz kalma korkusu gibi etmenler bu cinayete sebep olmuştur. Başlangıçta buna mesafeli duran Kaptan bile, anne desteğini aldığı için sonrasında çok doğru bir şey yaptığını düşünmektedir. Öyle ki romanın sonlarına doğru, âşık olduğu Fatma'nın onu bu yüzden daha da çok seveceğini düşünür. Çünkü o, diğerleri gibi adi hırsızlıktan veya toprak için adam öldürmekten değil, babasının kanını yerde bırakmadığı için ceza almıştır!

İkinci olarak kitapta, idareye çağrılmanın mahkûmlara korku vermesi çok gerçekçi bir şekilde işlenmiş. Çünkü hep esrar, afyon, bıçak, zar gibi kötü olaylarla gündeme gelen insanların, her gün birkaç sefer çağrılıp, sırasına göre dayak veya küfür yemeleri gelenek haline gelmişti. Bu yüzden 72. Koğuş'tan birinin iyi bir haber için idareye çağrılması düşünülemezdi. Ama Kaptan, elbette başkaydı diğerlerinden! O, azarlanmaktansa kurşun yemeye razıydı. Çünkü o, üstte de ifade edildiği üzere, adi suçlulardan değildi.

Cezaevinde mahkûmların alabildiğine yozlaşmaya uğraması da bir Orhan Kemal realistliğiyle satırlara yansıtılmış: Özellikle de çıkarcılık konusunda. Kaptanla uzun zaman küskün kalan Berbat, para lafını duyunca yanına ilk koşanlardan oluyor. Başgardiyanın çağırdığını Kaptan'a ilk söyleyen kişi olan Kaya Ali ise bu duruma çok bozuluyor çünkü o da yine kendi çıkarlarının zedeleneceğinden korkuyor. Kaptan'ın kendisi yerine Berbat'ı meydancı yapacağını düşünüyor.

Cezaevi şartlarında ortaya çıkmış bir olgu olan meydancılık, kitapta tüm açıklığıyla aktarılmış. Meydancı, para veya sigara gibi muhtelif ihtiyaçlar karşılığında, temizlik ve yemek işlerini yapan mahkûmlara denmektedir. Bu o kadar değerli bir şeydir ki mahkûmlar meydancı olabilmek için birbirleriyle rekabet etmektedir. Bu isimsiz karakterler, muhtemelen kumarda kaybedecekleri bir miktar para kazanabilmek umuduyla meydancı olmak istemektedirler. İsimsiz karakterler diyorum çünkü kitap boyunca gerçek adını öğrenebildiğimiz çok az kişi var. Öyle ki artık gerçek adları bile unutulmuş, varsa yoksa bir lakapları kalmış onların. Onu da öyle sahiplenmişler ki, tahliye edilecekleri gün adları okunsa dönüp de bakmayacaklar bile!

Cezaevindeki mahkûmların birbirlerine imrenmeleri de ustaca tasvir edilmiş. Örneğin, Kaptan'ın diğer bir mahkûma yirmi beş kuruş verdiğini duyan Tavukçu, "ağa yadigârı" olarak saklayacağını söyleyip para istiyor. Ancak aldıktan sonra o da soluğu kumar masasında alıyor. Yalancılık ve ikiyüzlülük bu kişilerde alışkanlık olmuş durumda. Haliyle Ahmet Kaptan gibi saf kişilerin üçkâğıtçılar tarafından dolandırılması da işten bile değil. Saflıkla delikanlılık arasında sıkışmış olan Kaptan'ın, plâtonik aşkı Fatma'ya gidecek diye verdiği paraların hep Bobi'nin cebine girmesi de bunun örneği. Dürüstlük, bu cezaevinde hiç duyulmamış bir kelime. Aynı zamanda, düşene hemen sırt çevrildiğini de görüyoruz. Açlıktan kendi yataklarını satan Âdembabalar[1]artık yoksul düşmüş olan Kaptan'ın yatağını da satarlar. Bununla da kalmazlar: ceketi, gömleği, pantolonu… ve daha nesi varsa satıp kendileri yerler. Okur, bu Âdembabalar yüzünden, hakikaten kitabı çantasına koymaya dahi korkar hale gelir, çünkü onların ne yapıp edip çantadan da bir şey çalacağını düşünür!

Bunun yanı sıra, devletin kontrolündeki bir kurum olan cezaevinde uyuşturucu kullanılması, kumar oynanması, hatta kesici-delici aletlerin bulundurulabilmesi, bu kurumun otoritesini de sorgulamamıza yol açıyor. İdare dahi, bunlardan haberi olmasına rağmen, dayakla "terbiye etmeyi" yeğliyor. Özellikle mahkûmların günlük bir kara somun ekmek paylarını bile yıllık olarak satıp ellerine geçen üç beş kuruşu kumara yatırmaları, insanı daha da şaşırtıyor. Bu kadar açlıktan kıvranan insanların, temel ihtiyaçlarını bile satmaları, geleceklerini ise beyhude bir umuda bağlamalarına insan gerçekten hayret ediyor. Ancak sadece bunun için de değil, diğer zorunlu ihtiyaçları için dahi ekmek paylarını satmak zorundadır bu insanlar. Kitaptan konuyla ilgili bölümü aşağıya alıntılayacağım:

"72’nci Koğuş, bütün cezaevlerinde olduğu gibi cezaevlerinin en yoksul, yoksul olduğu için de en pis koğuşuydu. Buranın insanları ayağa kalkmış birer solucandılar. Devlet baba her hükümlü gibi onlara da günde kara birer tayın veriyordu. Bazan kupkuru, bazan fırından yeni çıkmış, ama her zaman çamurdan farksız.
Sabahları pis çuvallarla getirilip koğuş ortasında teker teker dağıtılan bu tayınlar yirmi dört saatlik besinleriydi. Sabah kahvaltısı, öğle akşam yemekleri bu tayından ibaret olduğu gibi, hamam, tıraş, cıgara paraları da bu kara tayının içindeydi. İster yesin, ister satsınlar!"

Böylelikle toplumun o dönemki yapısını ve yaşantısını da bize gösteriyor kitap. Örneğin; zengin-fakir ayrımı, hapishaneye, beyler-çulsuzlar olarak yansıyor. Önceden hep tarih kitaplarında okuduğumuz, II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye'nin durumu bu kitapta kurgusallaştırılmış. Kanın gövdeyi götürdüğü o ağır savaş yıllarında yaşanan kıtlık nedeniyle Türkiye'de de ekmek sıkıntısının baş göstermesi, bu nedenle karneyle ekmek satışına başlanması gibi arka planda yaşanan olaylar; mahkûmlara da günde yalnızca bir somun ekmek verilmesine yol açmış.

Yazarın bir cezaevi ortamını bu derece realist yansıtabilmesini ise elbette yaşanmışlığa bağlıyorum. Örneğin; kitapta önemli bir detay olan etli kuru fasulyenin çok ayrıntılı ve ağız sulandıracak cinsten anlatılması müthiş bir kabiliyet bana göre. Ancak ve ancak cezaevinde açlık ve yokluk çekmiş birisi, böylesine içten betimleyebilirdi pişmesinden yenmesine kadarki o uzun bekleyişi. Betimlemeler, olaylar o kadar gerçekçi ki insan bir ara hatırat okuduğunu zannediyor. Doğallığın olabildiğine korkunçluğu karşısında şaşırıp kalıyorsunuz. İtiraf etmeliyim ki Orhan Kemal'in bu samimi üslubuna tutkunum. Ancak yine de bu boyutlarda gerçek bir cezaevi atmosferini, kâğıda nasıl aktarabilmiş diye düşünmekteyim hâlâ.

Kitabı çok kısa tutmasına rağmen başka mahkumların hayatlarıyla ve işledikleri suçlarla ilgili kısa kısa bilgiler vermeyi de ihmal etmiyor yazar. Özellikle bazı suçlar, kan donduracak cinsten.
"… Ayşe kıpkırmızı kesildi, ama mutluydu. Dostuyla bir olup elli beşlik kocasını ahırda baltayla parçalamış, ipten kendini zor kurtarmıştı. Yatılacak daha yirmi iki yılı vardı."
Günümüzde de böyle vahşi cinayetler işlenmiyor mu ki? Gazetelerin üçüncü sayfaları bunun benzeri haberlerle dolu maalesef. Bu yönden incelediğimizde toplumun bir aynası gibi aslında öykü. Kızlarına baskı uygulayarak onları sevmedikleri veya kendilerinden çok yaşlı birileriyle evlenmeye zorlayan aileler, aslında potansiyel birer katil yaratmış olmuyorlar mı?

Aynı alıntıya Türk hukuk tarihi açısından bakarsak idam cezasını görürüz. 2004 yılındaki anayasa değişikliği ile tüm suçlar için kaldırılan idam, olayların geçtiği dönem için uygulanan bir cezalandırma yöntemiymiş. Kitaptaki olay her ne kadar kurgusal da olsa şahsi kanaatlerime göre hukuki bir değerlendirme yapmak isterim: Sadece bu kadar bahsedilen bir vak'ayı acımasızca eleştirmek istemem ancak, ben burada mahkûmun yaptığı işten pişmanlık duymadığını, kendisini ipten kurtardığını, hapis cezası dolunca da çıkıp hiçbir şey olmamış gibi sevgiliyle beraber yaşamaya devam edeceğini anlıyorum. Bana göre cezalandırmanın amacı, kişiyi tecrit altında tutmak olduğu kadar, yaptığından pişman olmasını da sağlamaktır. Bu olayda muhtemelen, o dönem yürürlükteki 765 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 449. maddesinin ilk bendinde yazılı olan "Öldürmek fiili: Karı, koca … haklarında işlenirse, … Fail yirmi iki seneden yirmi dört seneye kadar ağır hapis cezasına mahküm olur."[2] hükmü uygulanmış. Ancak mevzubahis cinayetin, yine aynı kanunun 450. maddesinin üçüncü bendinde bahsedilen "Canavarca bir his sevkiyle" ve dördüncü bendinde bahsedildiği üzere "Taammüden[3]" işlendiği açıktır. Kanunda bu unsurları taşıyan halin cezası ise idamdır. Yukarıda da değindiğim üzere idamın suçlunun pişman olmasını sağlayıp sağlayamayacağı bugün bile tartışılıyorsa da, öngörülemeyecek sakıncalarının da bulunması sebebiyle modern hukuk sistemlerinde yeri olmadığı, dolayısıyla uygulanamayacağı kanaatindeyim. Bununla beraber, verilen ceza, yukarıda saydığım unsurlar göz önüne alınarak tekrar incelendiğinde bu olay özelinde adaletin tam manasıyla yerine geldiğini yine de söyleyemem.

Kitapta, cinayet işlediği hâlde, hatta bunu kan gütme saikiyle yaptığı halde, Kaptan'ın da idam cezası almadığını anlıyoruz. Kaptan, müebbet hapis cezası da almamış olacak ki pek çok yerde, çıktığı zaman yapacaklarından bahsetmekte, geleceğe dair hayaller kurmaktadır. Ceza hukukumuzda adam öldürme suçunu araştırdığım zaman 1926 yılında kabul edilen ilk TCK'da "kan davasından" bahsedilmediği bilgisine ulaştım. Sonraki değişikliklere bakınca gördüm ki: Türk Hukuku'nda kan gütme saikiyle adam öldürme, 1953 yılından beri cezayı arttıran bir hâl olarak düzenlenmiş. Bundan önce de bu kötü geleneğin önüne geçmek için çeşitli çalışmalar yapılmasına rağmen, kanuna ancak bu tarihte yansıyabilmiş. Günümüz ceza hukukunda da ağırlaştırıcı sebep olarak sayılan "kan gütme", o yıllarda nitelikli hâller arasına yazılmadığından, suçta ve cezada kanunîlik ilkesi, Kaptan'a idam veya müebbet hapis cezası verilebilmesine engel olmuştur. Bu bakımdan, 1954 yılında yazılmasına rağmen 1941 yılını anlatan kitap, burada da hukuki açıdan doğru bilgi vermiş, okuru yanıltmamıştı.

Kitaptaki "Zinadan tutuklu Güzel Fatma, …" diye başlayan cümleden de o yıllarda zina suçunun mevcut olduğunu anlıyoruz. Burada eski Türk Ceza Kanunu'ndan yola çıkarak kısa bir bilgilendirme yapmakta fayda var. 1926 yılında yürürlüğe girmiş olan eski TCK'nın 440. maddesinde yer alan; "Zina eden zevce hakkında üç aydan otuz aya kadar hapis cezası tertip olunur. Zevcenin bu fiiline şerik[4] olan kimse hakkında dahi aynı ceza hüküm edilir." şeklindeki düzenlemenin ikinci cümlesi 1933 yılında  değiştirilmiş ve ortağın cezalandırılabilmesi için "karının evli olduğunu bilerek şerik olma" şartı getirilmiştir. 1953 yılında ise ilk cümle "Zina eden karı hakkında altı aydan üç seneye kadar hapis cezası tertip olunur." şeklinde değiştirilmiştir. Bu madde ve devamındaki dört maddede suç, kadınlar ve erkekler için ayrı ayrı ve bariz bir şekilde kadının aleyhine tanımlanmıştır. Anayasa Mahkemesi, maddeleri 1982 Anayasası’nın 10. maddesinde düzenlenen "Kanun Önünde Eşitlik" ilkesine[5] aykırı bularak 90’lı yılların ikinci yarısında yıllara yayarak parça parça iptal etmiştir. Artık günümüzde zina suçu diye bir suç kalmamış, hukuk tarihimizde yerini almıştır.

Kitapta yalnızca ceza hukukunu değil, hukukun hayata yansımış pek çok başka uygulamasını da görüyoruz. Örneğin, Beyler Koğuşu’nda Sölezli lakabıyla bahsedilen kumarbaz, bir kadın yüzünden on sekiz yıla mahkûm olup, altı yıldır cezaevindeydi. Evliydi ve üç küçük çocuğu vardı. Varlıklı bir aileden geldiği için para sıkıntısı da çekmemekteydi. Daha sonraları, oğlu yüzünden kahrından öldüğü söylenen babasından Sölezli’ye binlerce dönüm tarla, mandıra, çiftlik kalmıştı. Burada görüldüğü gibi medeni hukukun dallarından biri olan miras hukukunu ilgilendiren bir meseleden de kitapta bahsedilmektedir.

Bu saydıklarımın yanında, adalet ve ceza mekanizmasındaki pek çok aksaklık da dile getirilmiş kitapta. Örneğin; biraz daha varsıl olan hükümlüler rüşvet vererek, dişçi izni adı altında meyhanelere gidebilmekte ancak yoksul olan hükümlülere doktor izni bile çok görülmektedir. Burası gibi eşitliğin bile olmadığı bir yerde adaletin tecellisinden bahsedilebilir mi? Parası olan mahkûmun dışarıda serbestçe dolaşmasının, parası olmayanınsa insanca muameleden bile yoksun kılınmasının bir açıklaması yapılabilir mi? Pascal, "Adalet güçlü, güçlüler de adil olmalıdır." demişti. Peki, ya güçlüler adil olmazsa? Mademki adaletin dağıtılması bu kadar önemli; o halde sistemin bu kadar çürü(tül)mesi neden? İnsanın açgözlülüğü mü? Eğer öyleyse, insan doğuştan mı böyledir, yoksa gitgide bu dünyaya uyum mu sağlamıştır?

Kitap için "insan onurunun düşebileceği en dipsiz kuyunun hikâyesi" demişler. Aşağıdaki alıntı, zihniyet hakkında insanı insanlığından utandıracak derecede acı bilgiler veriyor:
"— Ne istiyorsun ulan?
  — Ampul, dedi. Kaya Ali. Büyük bir ampul verin bizim koğuşa! 
Başgardiyan güldü. 
— Ne güldün Başefendi? 
— Ne mi güldüm? Ulan siz kim ampul kim? 
— Niye başefendi? Biz insan değil miyiz?
— Değilsiniz ya, insan mısınız? İnsan olanın 72'nci Koğuşta işi ne?"

Görüldüğü üzere aşağılamanın ve aşağılanmanın bini bir para... Ayrıca hapishanede, biraz daha okumuş olanların "sizin koğuştanım ama sizden değilim" şeklinde böbürlenmeleri; gelip yaşadıkları duruma bakmayıp bunu bir övgü vesilesi saymaları; ve sonucunda komik durumlara düşmeleri de son derece canlılıkla aktarılmış. Aşağıda Beton lakaplı karakterin "orta sondan belgeli" olduğunu söyledikten sonra yaşanan diyaloglar alıntılanmıştır:
"Oradakileri gözden geçirdikten sonra, sordu:
— Üç virgül bir, dört, bir altı nedir?
(Koğuştakiler pek oralı olmazlar. Duymazdan gelirler.)
Beton yüksek sesle:
— Enayiler, cahiller! dedi. Daha Pi'yi bilmiyorsunuz be! Ulan sizin yerinizde olsam insan diye gezmem be!"

Kitabın tümünde sürekli bir insan olma vurgusu var. İnsanlara da aşağılık kompleksi o kadar yerleşmiş ki bu, mahkûmlar arasında bile gözlenmekte. Aslında insanî yaşam standartlarından bu kadar uzak yaşayan, çay içtikleri bardaklarını, yemek yedikleri kaşıklarını bile sırayla kullanmak zorunda olan bu insanlar bunu düşünmekte çok da haksız sayılmazlar. Ancak burada bile alçalmışlığın içinde atan insanlığın kalbini duyuruyor insana yazar. İstisnasız tüm mahkûmların yüreğinde yatan sıcak ve mutlu yuva hayali, okuru derin düşüncelere sevk ediyor.

Bu kanıya varmamızı sağlayan usta yazar Orhan Kemal, yazınında diyalogları sıkça kullanan biri. Bu nedenle her şey, hızlıca akıp geçiyor. Orhan Kemal'in kitaplarına "dili akıcı" demek bile haddi aşmak olur! Çünkü dil, öylesine bizden ki okumuyorsunuz; açık açık yaşıyorsunuz olayları. Kullanılan Karadeniz şivesi, yöresel halk deyişleri ve mahkûmların yer yer kaba sözlerle konuşmaları gerçekçiliğe katkı sağlayan diğer unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca kendi adıma konuşmam gerekirse, "çabuk pişen" anlamında pişgel sözcüğünü, "ayakta, tetikte, hazır" anlamındaki alesta sözcüğünü, "yüklük" anlamındaki musandıra sözcüğünü de öğrenmiş oldum bu kitap sayesinde. Kitabı okuduktan sonra, bunca detaysızlığın içinden nasıl bu kadar çok detay hatırlayabiliyoruz peki? İşte bu da çok ilginç.

Ayrıca, çarpıcı finaliyle de kelimenin tam anlamıyla "göz dolduruyor" kitap. Mahkûmların birer birer soğuktan donarak ölmelerine karşın hiçbir önlem alınmaması; insan canının ne kadar ucuz olduğunu bize anlatıyor. Ancak burada bile bize bir oyun etmiş Orhan Kemal. Soğuk yüzünden en son ölen, yine bizim Kaptan oluyor. Yine en fazla o dayanıyor. Âşık olduğu Güzel Fatma'sını bekliyor. Bir kış, bir ilkbahar, bir yaz, bir sonbahar ve sonra bir kış daha… Belki de bu kadar zaman yüreğindeki o sıcaklık korumuştur onu soğuktan. O yüzden yaşamıştır, bir umutla. Umudun son kırıntısı yok olana kadar atmaya çalışmıştır kalbi. Kim bilir?

Sonuç olarak; avukatlar, hakimler, savcılar veya diğer görevliler meslekleri gereği cezaevlerinde sık sık bulunsalar, pek çok cezaevi görseler bile hiçbir zaman o ortamı orada yaşamış bir kişiden daha iyi anlatabileceklerini sanmıyorum. Belki bu anlatımlar hukukî bakımdan son derece doğru bulunacaklar, ancak tıpkı bir bacağı kırık tabure gibi, hep bir yanları eksik olacak; ortamı yansıtma açısından hep sınıfta kalacaklar. Ayrıca bizler, her ne kadar hiç kimsenin cezaevine düşmemesini temenni etsek de, inkar edemeyeceğimiz de bir realite var. Ve buralarda yaşayarak bunları anlatmış olan edebiyatçılarımızın hepsi bizim için çok kıymetli…

DİPNOTLAR:

[1] Kitapta, 72. Koğuşta kalan mahkûmların tümüne birden verilen ad.
[2] Kanunun 1926 tarihli ilk halinde yer alan "on sekiz seneden aşağı olmamak üzere" ibaresi, 1936 tarihinde burada alıntı yapılan şekilde değiştirilmiştir. Dolayısıyla kitaptaki olaylar 1940'lı yıllarda geçtiğinden, burada alıntılanan hükmün yürürlükte olması kuvvetle muhtemeldir. 1953 yılına gelindiğinde ise bu hükmün yerini "müebbet" ibaresi almıştır. 765 sayılı TCK'da yapılmış tüm değişiklikleri incelemek için bkz. www.adlisicil.adalet.gov.tr/pdf/765.pdf
[3] Bilinçli bir biçimde, önceden tasarlayarak, bile bile, kasten.
[4] Ortak (eski dilde)
[5] 1982 yılında kabul edilen T.C. Anayasası'nın 10. maddesinde herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep gibi sebeplerle ayrım gözetilmeden kanun önünde eşit olduğu söylenmiştir. Aynı maddenin 2004’te kabul edilen ek ikinci fıkrasında da “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir.” denilerek konuya daha özel bir vurgu yapılmıştır.


Alican SADIÇ

1 Ağustos 2016

Hayalperest Yorumlar !

Açıklama:
Aşağıdaki yazıyla İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve İzmir Esnaf ve Sanatkârlar Odaları Birliği tarafından yürütülen "YEŞİL EV" projesi kapsamında 2011 yılında düzenlenen temiz ve yenilenebilir enerji konulu resim ve kompozisyon yarışmasında kompozisyon dalında il ikinciliğine layık görüldüm. Yan tarafta bulunan fotoğraf da yine 2011 yılındaki ödül töreni öncesinde düzenlenen sergide çekilmiştir.

Hayalperest Yorumlar !

Simsiyah bir sema… Ve bir kıvılcım parladı gökyüzünde. Umutsuzca yukarıya bakan çocuğun gözlerinden bir yaş daha aktı. Bir kıvılcım daha ve sonra bir daha, bir daha… Bunu yine aynı gözyaşları izledi ve sonunda yanağında bir akarsu oluştu. Devamlı akan, hiç durulmayan bir akarsu… Görülmeyen biri duyulmayan bir sesle bir şeyler söyledi. Yalnızca o masum çocuk kalbiyle onu gördü, duydu ve hissetti. Ağlaması daha da arttı. Tâ ki yanaklarından akan nehri ele geçirmeye de biri gelene kadar…

Bu hikayenin hayal ürünü olduğu sizce de çok açık değil mi? Gerçek anlamda bakarsak, ne gözyaşlarından bir akarsu oluşabilir ne de görülmeyen biri duyulmayan bir sesle bir şeyler söyleyebilir. Ancak gelecekte su savaşlarının yaşanabileceği de bir hayal ürünü mü sizce? Dünyayı kirleten enerji kaynaklarının bir gün tükeneceğini hesaba katarsak bu varsayımımızın görüp duyduklarımızdan bile gerçek olduğunu anlarız. Böyle giderse küresel ısınma kaynaklı susuzluktan önce enerji için su savaşları çıkacak. Öyle ki suyun yenilenebilir enerji kaynaklarının en temeli olduğunu göz önüne aldığımızda her geçen gün kaçınılmaz sona yaklaştığımızı daha da net bir şekilde görmüyor muyuz? 

Ben su olayına yalnızca çevre kirliliği veya küresel ısınma açısından bakmıyorum. Ben suyu enerji olarak, hayat olarak yani yaşamın kaynağı olarak görüyorum. Su öyle bir madde ki bize hayat ve sağlık sunmakla kalmıyor, bu hayatı kaliteli sürdürebilmemiz için bir enerji kaynağı da oluyor. Hem de dünyayı kirletmeden, kaynağını aldığı doğaya ihanet etmeden, tertemiz bir şekilde… 

Yalnızca su mu böyle? Rüzgar, Güneş, Dalga ne güne duruyor? 

Alaçatı’ya daha önce gittiniz mi bilmiyorum ama eğer gittiyseniz o rüzgar türbinlerini her gördüğümde yaşadığım duyguyu sizin de yaşadığınıza eminim. Bu duyguyu tarif edemem. Her şeyi içeren bir his… Ama en baskını “bize kucak açan tabiat anaya ihanet etmemenin verdiği mutluluk”… Hatta -sebebini bilmesem de- özgürlük bile var bu duygu bütününde. Rüzgarı delip geçen kanatlara “Çeşme’nin Kızları” diyorlar. Nazlı bir kız gibi salınırken dimdik de ayaktalar. Rüzgar ve rüzgar gülleri… Birbirlerine karşı hırçın olsalar da diğeri yokken bir işe yaramayacağının bilincinde ikisi de.

Bize hayat veren doğa zaten bizim enerjimizi de ayarlamış. Hep düşünüyorum da; “İnsanoğlu ne demeye petrolü, kömürü, doğalgazı başına bela etmiş?” Daima kullanabileceğimiz, hatta torunlarımızın torunlarının dahi kullanabileceği kaynakları, rüzgarı, güneşi bırakıp bugün yarın bitiverecek fosil yakıtların peşine düşmüşüz? Ve neden böyle yapıp kalitesiz bir havayı solumaya mahkum olmuşuz? 

Bunun bir nedeni de temiz enerjinin pahalı olması mı acaba? 

Şöyle yaygın bir kanı var: ‘Temiz enerji pahalıdır.’ Bunlar başta çok pahalı gibi görünebilir. Ancak barajı inşa ettikten sonra hidroelektrik enerjisinin ne maliyeti olabilir ki… Ya da türbinleri kurduktan sonra rüzgar tarlasının… Bedava mahsulleri topla gitsin. Aynı şekilde panelleri monte ettikten sonra da güneş enerjisinin bir masrafı olabilir mi? 

Ama petrol öyle mi? Petrolü bulmak bir dert, çıkarmak ayrı bir dert, işlemek başka bir dert, dağıtımında çıkacak aksilikleri önleyip dağıtmaksa bambaşka bir dert. İşlenirken rafinerilerden çıkacak pislikleri saymıyorum bile. Hem siz hiç, barajın patladığını duydunuz mu? Oysa nükleer santraller, petrol kuyuları her an patlamaya hazır bir bomba. Baraj göllerinde balıkçılık bile geliştirilebilir. Yani bir nükleer santralin, kurulduğu bölgeye zararları saymakla bitmezken, bir hidroelektrik santralininse yararlarını sayarak bitiremeyiz. 

Ne yazık ki ülke olarak enerjide dışa bağımlıyız. Haritayı elimize alıp teorik olarak ülkemiz coğrafyasını incelediğimizde “Asla olmaz.” diyeceğimiz olay, pratikte başımıza gelmiş durumda. Üç tarafımız denizlerle çevrili, güneş ışınlarını pek çok ülkeden daha yüksek açılarla alıyoruz, engebeli bir araziye sahip olduğumuz için hidroelektrik potansiyelimiz yüksek, ılıca ve kaplıcalarımızla meşhuruz ama aynı zamanda enerjide dışa bağımlıyız. Tuhaf. Tuhaf ama gerçek! Çünkü güneşi, suyu, denizi kullanarak enerji üretmiyoruz, üretmeyi özendirmiyoruz. Ülke olarak yapamasak da bireysel olarak her eve bir güneş paneli takılsa olabilecekleri bir düşünsenize. Bu düşüncemizi daha da ileri götürelim. Bilinçli mimar ve müteahhitlerin elinde yeni yapılan her evin yeşil bina standartlarıyla yapıldığını bir düşünelim. Bambaşka bir Türkiye, apayrı bir dünya hayal ediyorsunuz, değil mi? Tertemiz bir dünya ve kaliteli bir hava… 

Bence, doğaya yeniden gelebilen, yine oluşabilen şeylerden korkmayacaksın. Mesela su, yağmurla geri geliyor; rüzgar, basınç farkında hemen oluşuyor; güneş öyle, dalga da öyle… Ancak bugün her şeyin temeli yaptığımız petrol öyle değil. Bir gün bitiverecek ve biz -eskilerin tabiriyle- “elim hamur, karnım aç” misali dımdızlak ortada kalacağız. Büyük çabalarla temiz enerjiye dönmek için uğraşacağız ama temiz enerjinin temeli olan su nerde? Petrolün sebep olduğu atıklar küresel ısınmaya, küresel ısınma da susuzluğa neden olmuş olacak ve ülkeler su bulmak için milyonlarca çocuğu ağlatmaktan hiç çekinmeyecek. 

Ben bir senarist değilim ve burada bir felaket senaryosu da yazmıyorum. Sadece gidişata göre geleceği yorumluyorum. Yorumlarımdan bunları çıkartıyorum ve çocuklarımın gözyaşı nehirlerini birilerinin ele geçirmesinden korkuyorum.
Alican SADIÇ

Okul Dergisinde (2011 Mayıs)